Güçlü bir görsel dil, Kürt kimliğini ve kolektif hafızayı son derece sembolik ve politik enstalasyonlar aracılığıyla anlatıyor.
Davide Oliviero, 30 Haziran 2025
Ulusal Galeri’de mitoloji, malzeme ve plastik başkaldırı arasında sembolik bir epifani…
Türkiyeli Kürt sanatçı Ahmet Güneştekin, Roma Ulusal Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi’nin mekanlarını oldukça sembolik ve kavramsal bir jestle ele alıyor. YOKTUNUZ bir sergi değil, müze mekanını enerjik, ritüelistik ve politik bir alan olarak harekete geçiren şiirsel ve katmanlı bir müdahale. Sanatçının eserleri yerleşmiyor, araya giriyorlar. Mekanı süslemiyor, yaralıyorlar. Güneştekin ima etmiyor, derine dalıyor. Bir cerrah sanatçı misali altındaki yokluğun ham etini ortaya çıkarmak için görünenin yüzeyini açıyor.
GNAM sergi alanı sadece bir taşıyıcı değil, aynı zamanda tepkisel bir beden, sanatçının imgelemini yerleştirdiği ideolojik bir topografya olarak karşımıza çıkıyor: Anadolu efsaneleri, Mezopotamya’nın izleri, Akdeniz yankıları, madde ve biçim kazanmış zamansız ikonaların karışımı. Burada mit, nostaljik bir yankıdan ziyade kolektif tarihin katmanlı bir yara olarak göründüğü çarpık bir mercektir. Güneştekin, kimliğin kesin, sanatın ise resim olması kavramlarını reddediyor. Birikme, müdahale ve bağdaştırma yoluyla çalışıyor; her nesne bir organizmadır, her heykel fiziksel bir totem ve her yüzey anlam ve belirsizlikle dolu bir gösterge haznesi.
Sergiye ismini veren enstalasyon Canova’nın Herkül ve Lika’sıyla bir diyaloğa giriyor ve bu karşılaşma tek başına bütün stratejiyi özetler nitelikte: klasisizm ve travma, biçim ve takıntı, mermer ve metal, Batı mitolojisi ve yerinden edilen kutsallık. Güneştekin’in eseri, neoklasisizm ustasının yanında kontrast olarak değil, çarpışma olarak yer alıyor. Canova’nın kaslı güzelliği bozuluyor, onu temel söyleminden söküp ayıran sembolik bir rahatsızlığa maruz kalıyor. Bu çarpışma biçimsel değil, ontolojiktir. O halde sanat yüzleşmez, teşhir eder.
Güneştekin, saflaşmaya direnç gösteren malzemelerle çalışıyor: demir, bakır, cam, yanmış pigmentler, keskin kenarlı ve oksitlenmiş yüzeyler. Eserleri aynı anda hem tılsım hem anıt, hem kalıntı hem de patlayıcı haline geliyor. Her nesne görülmek ve görüldüğünde bakan kişide bir iz bırakmak için bir araya getirilmiş. Ama bunun estetik cazibeyle hiçbir alakası yok: yakalamakla alakası var. Burada sanat bir hafıza tuzağı, artık söylenemeyecek olanın dilsiz kahinidir. Temsil değil, yalnızca çağrışım vardır. Açıklama değil, yalnızca büyü vardır.
Sergi adeta bir geçit gibi açılıyor. Ziyaretçiler yalnızca gözlem yapmakla kalmayıp bilgilendirmek yerine enfekte eden zihinsel bir manzaraya, görsel bir atlasa adım atıyorlar. Biçimler aşırı, önceden belirlenmiş ve yoğun. Açıklanmak için değil yaşanmak için oradalar. İmge zihinsel alana dönüşüyor. Madde konuşuyor. Bu, resim ve heykel yapan bir sanatçı değil, parçalı kozmolojiler yaratan, travmayı nesneleştiren, tarihi geometriye döken, hafızayı kutsal süslemelere dönüştüren bir simyacıdır.
Güneştekin, çağdaş sanatın kalıpları içinde çalışmaktansa, onun içinde uyandırılmayı bekleyen ritüel beden olarak hareket ediyor. Sanatçının pratiği bir sembolik arkeoloji çalışması, “müzeleştirilmiş” günümüz mantığına bir meydan okuma. İtalyan sanatının seküler tapınağı GNAM, temelini sessizce yapısöküme uğratan bir sanatçıya kapılarını açıyor: dokunduğu her oda karışıyor, kirleniyor, ipleri çözülüyor/serbest kalıyor. Kalıcı koleksiyon artık bir arkaplan olmaktan çıkarak bir düşman/rakip haline geliyor. Çizgisel ve akılcı anlatısıyla modern sanat, izin istemeden varoluş talebinde bulunan kutsal bir gramerin karşısında duruyor.
Küratörler Sergio Risaliti ve Paolo Marino yalnızca düzenlemekle kalmayıp adeta orkestra şefi gibi kırılmaların, çatışmaların ve asılı kalmaların izleğini tasarlıyorlar. Bu diyalog simetrik değil, dolambaçlı, keskin ve düzensiz. Her eser birer eşik. Her eşik, bir bilmece. Müze tüm görsel unsurların resmi anlatının ötesine geçen kültürel katmanlar taşıdığı bir algı labirentine, görünmez olanın tiyatrosuna dönüşüyor. Bu, dinden koparılmış bir kutsalın, inançsız bir ritüelin ve kolektif bilinçaltına kapı açan imgenin geri dönüşü.
Belirtilen bir ideoloji olmasa da politik duruş aşikâr: sergilenen her nesne başkaldırıyı beyan ediyor. Eserde adı geçen yokluk yalnızca biyografik veya etnik değil, ontolojiktir. Yoktunuz izleyicilere doğrudan sesleniyor: Görmediniz. Dinlemediniz. Korumadınız. Bu bir suçlama ama aynı zamanda bir uyanış çağrısı. Buradan bakıldığında sanat hiçbir zaman huzur dolu değildir. Her zaman yüklü, her zaman onu etkileyen anlam aşırılığına maruz ve tam da bu yüzden çok önemlidir.
Güneştekin ustalıkla bir “dünya-eseri” işliyor, içerisinde hafıza ve biçim, yas tutma ve süs, kutsallık ve gösteri barındıran bütün bir sanat. O ne bir ressam ne de heykeltraş: görsel bir litürjist, sembolik mimar, kayıplar tiyatrosunun yönetmeni. Eserleri travmayı belgelemiyor, sahneliyor ve böylelikle onu başkalaşıma uğratıyor. Yokluğun melankolisi değil, yokluğun plastik ilahlaştırılması. Burada yokluk biçim buluyor ve görülmeyi talep ediyor.